2019 yargıya güven yılı olacaktı…

Geçen Cuma günü, CHP İstanbul İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu’nun beş yıl önce sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımlar nedeniyle 9 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılmasının Adalet Bakanı Abdülhamit Gül açısından daha büyük talihsizlik olduğunu söylemeliyim.

Neden?

Zira Sayın Kaftancıoğlu hakkında beş yıl sonra akıl edip de harekete geçen yargımız nihai hükmünü açıkladığı saatlerde Sayın Abdülhamit Gül şu açıklamaları yapıyordu:

“Düşünce ve ifade özgürlüğünü daha da güvenceye alıyor, tutuklamadaki keyfiliği kaldırıyoruz. Yargılama süreçlerinde de özgürlüğün asıl olduğu dikkate alınmalı.”

Biliyorsunuz Sayın Gül 2019 yılının ikinci ayında “2019’un yargıya güven yılı” olmasını hedeflediklerini, bu konuda önemli mesafeler aldıklarını da açıklamış ve “güven veren ve erişilebilir bir adalet sistemi” vaadinde bulunmuştu. (28 Şubat 2019)

Tutuklamada keyfiliği kaldıracaklarını açıkladığı saatlerde İstanbul 37. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Kaftancıoğlu’nu 9 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırdığını haber alan Sayın Gül ne düşünmüştür acaba?

Adalet Bakanı Sayın Gül mesela diyor ki:

“İfadesi ve düşüncesinden dolayı hiç kimsenin hapis cezası almadığı bir sistem olacak. Hiç kimse susmayacak, eleştirisini söyleyecek.”

Mahkemeler ise konjonktürel davranabiliyor. Canan Kaftancıoğlu örneğinde bariz bir şekilde görüldüğü gibi beş yıl önce ilgilerini çekmeyen, suç unsuru görmedikleri tweetlerden beş yıl sonra “kamu düzenini tehdit ediyor” gerekçesiyle mahkumiyetler çıkartabiliyorlar.

Kaftancıoğlu’nun sosyal medya hesabından paylaştığı mesajların üzerinden beş yıl geçmiş.

Peki, Kaftancıoğlu’nun paylaşımları bu beş yıllık süre içerisinde halkı kin ve düşmanlığa itmiş mi?

Kaftancıoğlu’nun paylaşımlarından etkilenip de kamu düzenini bozacak, tehlikeye sokacak girişimlerde bulunanlar olmuş mu?

Hayır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne gelen bu tür davaların tamamını “düşünce ve fikir özgürlüğü” kapsamında değerlendiriyor ve neredeyse devamlı “hak ihlali” kararı veriyor.

Kaftancıoğlu davası AİHM’e gitmiş olsa, AİHM bu davayı da aynı kapsamda değerlendirecek ve hak ihlali tespitinde bulunacaktır.

Bu bağlamda “Castells Davası”, “Lingens Davası”, “Oberschlick Davası” ve “Sunday Times Davası”nın en iyi örnekler olduğunu söylemek mümkün.

Bizim kanunlarımızın Avrupa kanunlarından farkı yok, ceza ve tutuklama kurallarını belirleyen kanunlarımız AB standartlarıyla uyumlu. Hatırlatmakta fayda var, Avrupa Birliği’nin kanunlarımızı onaylamasından sonra müzakere süreci başlamıştı.

Avrupa ile aynı kanunlara sahibiz ancak ülkemizde çok farklı uygulamalar var.

Avrupa ile aynı kanunlara sahip olmamıza rağmen ülkemizde keyfi tutuklamalar yapılabiliyor, keyfi iddianameler yazılabiliyor ve mahkemelerden keyfi mahkumiyet kararları çıkabiliyor.

Peki, Avrupa ile aynı kanunlara sahip olmamıza rağmen böyle bir yargı düzeni nasıl oluşabildi?

Soru şu:

Neden böyle oluyor?

Cuma günü kaleme aldığım “Yargının bağımsız olması yeterli mi?” başlıklı yazım üzerine AK Parti iktidarları döneminde Adalet Bakanlığı ve Meclis Başkanlığı yapmış olan Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Cemil Çiçek aradı.

Hukuk adamı olan Sayın Çiçek bir politikacının daha ötesinde devlet adamlığı unvanını hak etmiş birisidir.

Şunları söyledi:

“Yargının bağımsızlığı yargının tarafsızlığı için gereklidir. Hakimler tarafsız olsunlar, vicdani kanaatlerine, anayasaya ve kanunlara göre kararlarını verebilsinler diye her türlü etkinin, tesirin kararı verecek hakimlere ulaşmasının önünü kesecek tedbirler mevcut kanunlarımızda. Ancak yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı sadece kanunlarla, mevzuatlarla sağlanamıyor. Bu aynı zamanda bir hukuk kültürü meselesidir. Maalesef bizim toplumumuzda hukuk kültürü yok.

Bu sadece siyasetçilerde olan bir sorun değil bizim yargıçlarımızda hukuk kültürü yok.”

“Yargıçlar ideolojik aidiyetlerini üzerlerine bir deli gömleği gibi giydiklerinde ortada adalet kalmaz. Yıllardır sorunumuz bu. Bu sorun yargı üzerinden rövanşı beraberinde getiriyor. Ve bu da bir hukuksuzluk olduğunda bir taraf yargı mağduru olduğunda diğer taraf da ‘onlar da bize yapmıştı’ savunmasına giriyor. Hiçbir taraf da sağduyu ile ‘onlar bize yapmışsa, aynı yanlışı biz yapmak zorunda mıyız, bu işin sonu yok’ muhasebesi yapmıyor. Biz ve onlar ayrışmasından çıkılamıyor maalesef.”

“Yargı sorununa ‘ben olsam şu kanunu çıkartırım’ anlayışıyla yaklaşılıyor. Haliyle iktidara gelindiğinde de kanunlar çıkıyor. Yargının sıkıntısı kanun çıkartmakla düzeltilemez. Çıkan kanunların uygulanmasıyla çözülür. Sonuçta kanunlar çıkıyor. Kanun çıkartılmasında bir sorun var mı? Yok. Peki kanun çıktıktan sonra ne oluyor? Ona bakmamız gerekiyor.”

Sayın Çiçek’in tespitlerine katılıyorum. Yargıyla ilgili sorunlarımızın temeli kanunlarımız ve mevzuatlarımız değil. Avrupa’daki Amerika’daki kanunlarla aynı kanunlara sahibiz. Bizim temel sorunumuz “hukuk kültürüne” sahip değiliz. Tıpkı demokrasi kültürüne sahip olamadığımız gibi.

Bir hakim bağımsız olduğunu biliyor, sonuçta kanunlar ile hakimlerin tarafsızlığı sağlanmış. Ancak hakimlerimiz bağımsız ve tarafsız hareket edecek bir kültüre sahip değil. O kültürle yetişmemiş.

ABD’nin kanunları, İngiltere’nin kanunları ülkemizdeki kanunlardan daha farklı değil. Tek fark hakimler vicdanlarına göre karar veriyorlar. Devlet başkanı da bir yüksek hakim de kanunlar karşısında sıradan bir vatandaşla aynı olduğunu biliyor.

ABD’de, Avrupa’da kanunlara ve hakimlerin verdikleri kararlara saygı duyma kültürü var. Ancak yargıçlarında da bağımsız ve tarafsız kalma bilinci hakim.

YORUMLAR (33)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
33 Yorum