"Lisanımıza Dair"

Edebiyatımızın önde gelen dergilerinden Dergâh, üç yılı aşkın bir süredir, kendisine ‘yol atası’ niteliğindeki, Yahya Kemal ve arkadaşları tarafından çıkarılan, Dergâh mecmuasını ek olarak verdi ve bu ay itibariyle kültürel hafızamızı zenginleştiren hizmet tamamlandı. Yeni harflere aktarmayı kılı kırk yararak gerçekleştiren Fazıl Gökçek ve Sabahattin Çağın hocaları takdirle analım. Edebiyat tarihimizin köşe taşlarından olan mecmuanın her sayısının son kısmında “ İstanbul’un On Beş Günü “ başlığıyla kültür ve sanat faaliyetlerine yer verilmekteydi. Son sayıda “ Lisanımıza Dair “ ( Lisanımızda yazılmış ) ve “ Konferans “ adı altında yapılan alıntılarla İstanbul’un dışına çıkılarak, Diyarbakır ve Sarıkamış’a kadar uzanılmış. İlk alıntı, mecmuada bir de “ Türk Mucizesi “ başlıklı makalesi yer alan Dergâh’ın yazarlarından Ziya Gökalp’den yapılmış. Alıntının başlığı “ Türkçenin Müspet ve Menfi Gayeleri, Yeni Istılahlar: “ Fikriyat“ ve “Mefkûriyat”. Alıntı; “ Ziya Gökalp Bey Küçük Mecmua’nın son nüshalarından birinde Türkçenin müspet ve menfi gayelerinden bahsederek diyor ki” takdimiyle yapılmış. Ziya Gökalp Küçük Mecmua’yı 1922-23 yıllarında haftalık fikir, edebiyat ve siyaset dergisi olarak Diyarbakır’da neşreder. Özellikle yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde münevverlerimiz göçmen kuşlar gibi oradan oraya savrulup durmuş, İmparatorluğun içine düştüğü dağdağadan en fazla onlar nasiplerini almışlar.

Yerimiz tamamını alıntılamaya imkân vermediğinden, makalenin ilk kısmını dikkatinize sunuyorum. Okununca görülecektir, Türkçenin daha sonraki yıllarda yaşadığı talihsiz serencamın kökleri sayılabilecek fikirleriyle makale, Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet’e de başlangıçla sınırlı da olsa ideologluktan geri kalmayan bir düşünce adamını ele vermektedir.… “ Bazıları Türkçeyi yalnız menfi gayelere malik zannediyorlar. Lisanımızda fazla birçok kelimeler, ( bir zamanlar yaygın bir yanlış ifade şekli ) terkipler, edatlar var. Yeni Türkçe bu fazla unsurların lisanımızdan çıkarılmasını ister. Bu hedef, Yeni Türkçenin yalnız menfi gayesidir. Fakat Yeni Türkçenin gayeleri yalnız bu menfi hedeften ibaret sanılmamalıdır. Çünkü yazı lisanımızın hastalığı yalnız fazla kelimeleri, terkipleri,edatları hâvi olması değildir. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atmakla lisanımızı kolayca tedaviye muvaffak olabilirdik. Hâlbuki yazı lisanımızın ikinci bir hastalığı da birçok kelimelerinin eksik bulunmasıdır. O hâlde lisanımızın tam bir tedavisi bu eksik kelimelerin aranıp bulunması ve lisani uzviyetimizde yerli yerine konulmasıdır.

Yeni lisanımızda fazla olan kelimeler, hiçbir ihtiyaca tekabül etmeyen Arabî, Farisî kelimelerdir. Mesela ‘ gece ‘ kelimesi varken ‘ şeb ‘ ve ‘ leyl ‘ kelimelerine ne ihtiyaç vardır? Fakat bazı Arabî ve Farisî kelimeler de vardır, Türkçeleri artık kullanılmıyor. Bunların Türkçeleri olan ‘ tanık ‘ ( şimdilerde kullanılıyor ), ‘ gözgü ‘, ‘ sayru ‘ kelimeleri canlılığını kaybederek müstehâse ( fosil ) hâline girmiştir. Ölmüş kelimelerin tekrar dirilmesi kabil olmadığından artık bu gibi müstehâse kelimeler canlı Türkçemize avdet edemezler. O hâlde bu kelimelerin yerine kaim olmuş olan Arabî ve Farisî kelimeler, lisanımızın uzuvları arasına geçmiştir. Bundan başka, Türkçe mukabilleri de lisanımızda müstamel ( kullanılmış ) olmakla beraber, hususi bir mana ile onlardan ayrılan Arabî ve Farisî kelimeleri lisanımızdan atarak yerlerine eski Türkçelerini koymak isteyenlere ‘ tasfiyeci ‘ denilir. Yeni Türkçeciler, bu gibi noktalarda tasfiyecilere muhaliftirler. Arabî ve Farisî terkiplerle edatlara gelince, Yeni Türkçeciler bunların hepsini Türkçeden atmak lüzumuna kaildirler ( inanmışlardır ).

Yazı lisanımızda eksik olan kelimeler de iki kısımdır: 1. Millî tabirlerdir. Yazı lisanı, konuşulan halk lisanına uygun değilse millî değildir. İstanbul’da ve Anadolu’da konuşulan birçok tabirler ( yine imlâ yanlışı ) ve tabir-i mahsuslar ( özel tabirler ) vardır ki yazı lisanımızda kullanılmıyor. Hâlbuki lisanımızın millî zenginliğini bunlar teşkil eder. Bunların yavaş yavaş keşfedilerek yazı lisanımıza alınması, lisanımızın millîleşmesini temin eder. 2. Beynelmilel kelimelerdir. Bir millet hangi medeniyet zümresine, hangi beynelmileliyete mensup ise onun bütün mefhumlarını ifade edecek hususi kelimelere malik olması da lazımdır. Türkler, şimdi Avrupa medeniyetine girdiklerinden ( zurnanın zırt dediği yerdeyiz ) Avrupaî mefhumları da ifade edecek kelimelere muhtaçtırlar.”

Mecmuada Musahabe başlığı ile kaleme alınan bir başyazı ile okura âdeta merhaba deniyordu. Bu yazılar Millî Mücadele’nin zafer günlerine kadar Yahya Kemal tarafından kaleme alınmışken, gidişata bağlı olarak kurucu şahsiyet devre dışı kalmış, yerini Bergson fikriyatına bağlı olarak tanınan Mustafa Şekip ( Tunç ) almıştır. Bu sayıdaki yazısının başlığı “ Taklitten İbdaa”. Yazıdan Ziya Gökalp’e cevap olacak bir alıntı ile bitirelim. “… taklit devirleri milletlerin en tatsız ve renksiz zamanlarıdır. Taklit dehası bir maymun zekâsı kadar mü’zic ( rahatsızlık veren ) ve ekseriya ziyankârdır. (…) Taklitçilik görenekle bir kat-ı alaka ( alaka kesilmesi ) idi. Millî dehamıza kavuşmak da taklitçilikle kat-ı münasebet demektir. (…) Moda ve lüks hâlindeki ihtiyaçlarla mefkûrenin asırlarca mesaiden sonra tahakkuk edebilecek ümitlerine kapılmamaya çok dikkat etmek lazımdır.”

YORUMLAR (3)
YORUM YAZ
UYARI: Hakaret, küfür, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. (!) işaretine tıklayarak yorumla ilgili şikayetinizi editöre bildirebilirsiniz.
3 Yorum